Müjdat Gezen... TURNELERE BAŞLAYACAĞI GÜNÜ İPLE ÇEKİYOR

Müjdat Gezen... TURNELERE BAŞLAYACAĞI GÜNÜ İPLE ÇEKİYOR

Oyuncu, yönetmen, yazar, şair ve tiyatro öğretmeni Müjdat Gezen gönlünün kapılarını Sözcü HaftaSonu'na açtı, düne, bugüne, yarına dair doyumsuz sohbetini paylaştı.

En büyük mutluluk kaynağı insanları mutlu etmek olan usta sanatçı Gökmen Ulu'nun sorularına samimi cevaplar verdi. Milyonların sevgilisi Müjdat Gezen, onu en çok mutlu eden günü anlattı ve şimdiden vasiyetini açıkladı.

Müjdat Gezen bir Cumhuriyet Bayramı'nda, 29 Ekim 1943 yılında İstanbul Fatih'te dünyaya geldi. Sanatla iç içe bir ailenin çocuğu olarak yetişti.

Dedesi İhsan Bey, “Kadifeden gelir sesi” gibi ünlü eserlerin söz yazarı. Amcası Osman Vamık Gezen ünlü şarkılarda imzası olan bir müzisyen.

Halası Seha Okuş Türk Halk Müziği'nin efsanevi solistlerinden. Babası Necdet Gezen, vurmalı sazlar üstadıydı, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Zeki Müren orkestralarında sahne alır, darbuka çalardı.

Opera, şan ve müzikaller tarihi eğitimi alan Kızı Elif Gezen'in eşi ve oğlu ile yaşadığı Hollanda'da korosu var.

Ailede tiyatro sanatına yönelen ilk kişi ise Müjdat Gezen. Onu bu sanata teşvik eden annesi Macide Gezen oldu.

Aydın bir cumhuriyet kadını olan Macide hanım, hoş sohbetiyle çok sevilen bir simaydı. Yakınları, Müjdat Gezen'in spontane espri özelliğini annesinden aldığını söyler.

İşte, ömrünün önemli bir kısmını topluma vakfeden milyonların sevgilisi Müjdat Gezen'in anlattıkları:

MAHALLENİN MUZIR ÇOCUĞUYDU

Sizi tiyatro sanatına teşvik eden anneniz nasıl biriydi?

Biz Hırka-i Şerif'te otururduk. Hırka-i Şerif Camisi biliyorsun Hz. Muhammed'in hırkasının Ramazan'da sergilendiği yerdir.

Tam ezan başladığında bizim evden duyulurdu. Beş vakit namaz kılan annem, duvardaki resmi göstererek, “Gel bak, bu ezan sesi var ya, işte onu bu adama borçluyuz” derdi. O resimdeki adam Atatürk'tü.

Yakın çevreniz bana, annenizin çok neşeli ve merhametli bir kadın olduğunu anlattı. 

Caminin karşısında, bizim kapının biraz ilerisinde kadınlar dilenirlermiş. Tabii ben küçük kafamla dilendiklerini algılayamıyorum.

Bir gün, “Teyze gel, öğlen yemeği yiyelim” diye bizim eve götürdüm. Annem azarladı beni, “Böyle bir şey yapamazsın” dedi.

Ben kötü bir şey olduğunu zannettim ama sonra azarlama sebebini öğrenince çok duygulanmıştım.

“Sormuyorsun” dedi, “Evde yemek var mı, yok mu? Bak bugün yumurta kırmak zorunda kaldım, kadına rezil oldum” dedi.

O kadar tuhafıma gitmişti ki… Annem niye eve misafir getirdiğime değil, dilenci kadına mahcup olduğuna üzülüyordu. Çok iyi kadındı…

Biraz çocukluğunuzdan söz eder misiniz?

Çocukluğumda muzırdım ben. Mesela, apartman zillerine dışarıdan iğne saplardık biz. O zile bastığı zaman iğne onu sıkıştırır ve durmak bilmezdi.

Bir gün ben yaptım onu ve çok da üzüldüm sonra. Mahallenin amcalarından bir tanesi vardı. Ben karşı apartmanın zilini çalıp kaçacaktım, onu gördüm.

“Müjdat ne yapıyorsun” dedi. “En üst zile bir türlü ulaşamıyorum, çalacağım, bir şey bırakacağım” dedim.

“Gel ben çalayım” dedi,  “Çaldım, ne olacak şimdi” dedi. “Seni bilmem ama ben kaçıyorum” dedim.

SAHNEYE ÇIKTIĞINDA 10 YAŞINDAYDI

Tiyatroya ilk adımınızı anlatır mısınız?

9-10 yaşlarındayım, ilkokulda sahneye çıktım. İlk defa oynadığım okul salonunda hoparlörden kendi sesimi duydum.

Faruk Nafiz Çamlıbel'in bir oyunuydu o. “Küçük Çiftçiler.” Öğretmen, “Sen oynayacaksın” dedi. “Ben” dedim, “Artist değilim.” Öğretmenim, “Oynarsın, oynarsın…” “Oynayamam.”

O zamanlar bir metrelik tahta cetveller vardı, onlar çok amaçlı kullanılırdı, hem ölçü almak için, hem boyumuzun ölçüsünü almak için.

Kafama “Tak” diye, “Oynarsın” dedi. Burası şişti. “Anneni çağır, gel” dedi. “Bugün Salı, annemin kabul günü, gelemez” dedim. “Ben giderim” dedi.

“Zil çalmadı öğretmenim” dedim, “Çaldı” dedi, gitti okul zilini çaldı. Teneffüs… Bizim ev ile okul arası 60 metre falan. Gitti, geldi, “Annen seni bekliyor” dedi.

“Öğretmenim ders bitsin giderim” dedim. Yine çaldı zili; “Haydi git.” Gittim. Annem dedi ki, “Oğlum, öğretmenin eve kadar geldi, oyna” dedi.

“Oynayamam, herhalde ben yapamam” dedim. Annem, “Bak buraya kadar geldi, kırma, ayıp olur. Baban da duyarsa üzülür” dedi.

“Baban üzülür”ün altında biraz da şey vardı yani, tehdit. “Baban bir üzülürse görürsün” gibi. Gittik, oynadık. 1953. Çıkış, o çıkış. Sonra bir daha hiç inmedim artık.

Karagümrük Ortaokulu ve Vefa Lisesi'nden sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı'na girdiniz. 1960 yılında profesyonel oldunuz.

Yüzlerce sanat faaliyetinde rol aldınız. Tüm bu nitelikleriniz arasında en çok hangi sanat dalı öne çıkıyor?

Tiyatro. Seyirciyle göz göze, nefes nefese oluyorsunuz. Tiyatro özgürleştiricidir, onarıcıdır.

TOPLUMDA BİR ZİHNİYET DEVRİMİ YAPTI

Sinemada ise en dikkat çeken eserlerinizden biri, yazdığınız, başrol oynadığınız ve 1981'den itibaren altı bölüm çekilen “Gırgıriye” film serisi oldu.

O zamanki nüfusu 45 milyon olan Türkiye'de 18 milyon kişi izledi. Bu filmler hiç eskimiyor. Siz de pek çok kişi gibi o Türkiye'yi özlüyor musunuz?

Çok güzeldi. Çok eğleniyorduk. Kadroya baksana; Münir Özkul, Adile Naşit, Perran Kutman, Gülşen Bubikoğlu, Ayşen Gruda, Şener Şen, Şemsi İnkaya… Kartal Tibet ve sonra Temel Gürsu yönetmişti.

Bu arada, Uğur Dündar'la yaptığınız TRT parodilerinde çok sevilen “Darbukatör Baryam” karakteri de doğdu. Einstein, “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” der.

Siz, sanat çalışmalarınızda Roman rengini ustalıkla işleyerek, toplumun büyük bir kesiminin bu yurttaşlarımıza olan ön yargılarını kırarak bir zihniyet devrimine yol açtınız.

Bu değişimin olgularıyla karşılaştınız mı? 

Televizyonda “İlle de Roman olsun” diye bir yarışma yapıyoruz. Romanlar şarkı söylüyor. Ben de jürideyim.

Sarı saçlı bir genç kız çıktı, Roman olmadığını hissettim. Yanımda oturan Klarnetçi Hüsnü Şenlendirici'ye “Sen şu kızı biraz deşsene” dedim.

Şarkısı bitti kızın, Hüsnü dedi ki, “Sen arada giriz yaptın” dedi, “Bakıyorum, sen saza dikala ediyorsun” falan dedi, böyle Romanca kelimeler söyledi.

Kız, “Anlamadım ki hiçbir şey” dedi. Hüsnü, “Anlamadın, çünkü sen Roman değilsin” dedi. “Roman değilim ama ben bu Roman yarışmasında olmak istiyorum” dedi.

Eskiden Roman olduğunu gizleyenlerin, şimdi Roman olmadıkları halde “Evet, ben de Roman'ım ve bu yarışmanın içinde olmak istiyorum” demeleri beni çok mutlu etmişti.

Romanlar'ın güzel yanları çok fazladır. Toplumun bizatihi içinde olmalı onlar. İnsanları şöyle, böyle, diline, dinine, ırkına, mezhebine göre ayırmak doğru değil.

Hayata bakışınızda ayrımcılığa yer yok mudur?

Ben Avustralya'dan Çin'e geçerken uçakla baktım, dünyanın yuvarlak olduğunu gördüm. Dedim ki, “Acaba şeyi görebilir miyim ya, İstanbul'u? Bütün Türkiye'yi görebilir miyim?” İmkan yok.

Yani zerre görünmüyor. “Acaba” dedim, “Biraz yükselince ben ne kadarım? Zerre mi, toz mu?” Oradan bakınca sınırlar görünmüyor, harpler görünmüyor, din, dil, ırk, mezhep görünmüyor.

Biraz yükseldiğin zaman bu ayrımcılık ile ilgili şeylerin hiçbiri görünmüyor. Anlıyorsun ki, sen kendine biraz yükselip de bakarsan, zerre veya toz bile değilsin.

Hayatın içinde biraz yükselip de o bulutların arasından aşağı bakmayı becerebilse insanoğlu kendisinin ne kadar önemsiz olduğunu anlayacak.

Değersiz demedim bak, önemsiz. Çünkü değerli olmak başka bir şeydir. Ama kendini önemsediğin anda zaten bittin, bittin…

Ona buna fırça çekip de onu bunu yargılamak… Ben o kadar çok yargılanıyorum ki, hiç kimseyi yargılamamayı kendime ilke edindim.

Kindar olmadığınızı biliyorum. 

Kin insan yüreğine yüktür. Kinci insanlara bak, yamuk yürürler. Kin ve nefret duygularının iyi ve güzel duygular olduğunu düşünmüyorum. İnsanı yıpratır.

Sevmediklerinizden konuşalım mı?

Hayatta en tehlikeli bulduğum şeylerden biri kendine yalan söylemektir. Ben kendime yalan söylemedim. Sonradan işin çok kötüye vardığına tanık olursun.

 “YAŞLAN AMA İHTİYARLAMA”

Türkiye fırtınalı denizlerden geçiyor. Kara bulutlar sizi karamsarlığa itiyor mu?

Geminin gittiği yöne bakarım ben. O uskurdan gelen pervanelerin dalgası, o beyaz dalga durulur ama gittiğin istikamette mutlaka biri çıkar, “Kara göründü” der.

Umut hep vardır. Bir insanoğlunun umutsuz yaşaması kadar berbat bir şey yoktur.

Yıllara meydan okuyarak üretim enerjinizin dorukta olmasını nasıl açıklarsınız? 

Annem bana hep derdi ki, “Sakın ihtiyarlama.” “Anne bir gün zaten yaşlanacağım.”  “Ben sana yaşlanma demiyorum, ihtiyarlama diyorum.”

TURNELERE BAŞLAYACAĞI GÜNÜ İPLE ÇEKİYOR

Karantina günleri nasıl geçiyor?

Ara ara Uğur (Dündar) ve Yılmaz'ı (Özdil) konuk ettiğin Halkın Vicdanı programı için Gökmen Ulu'ya parodiler yapıyorum.

Yeni bir tipleme çıktı ortaya, seyirci “Amca” karakterini sevdi. Şiir yazıyorum. Tuval üzerine, yağlı boya ile çok güzel olduğunu sandığım resimler yaptım.

Tiyatro faaliyetleri nasıl etkilendi?

Çok olumsuz. Her şey durdu. Corona Salgını nedeni ile her şey bilinmezlik içinde. Turne yapabilecek miyiz? Yapabilecek duruma gelinirse seyirci nasıl oturur? Henüz bilmiyoruz.

Eğer hayat normale dönerse “Mustafa Kemal” ve “Çalsın Sazlar” oyunlarıyla bir Ege turnesi yapmak istiyoruz.

mujdatgezen_ataturktablo.jpg

Gezen, karantina günlerinde yaptığı yağlıboya resimlerden birini SÖZCÜ ile paylaştı. Tabloda Atatürk detayı var.

“ONLAR BENİM YOL ARKADAŞLARIM”

Okul ne durumda? 

Biliyorsunuz, Bilim Kurulu ve Milli Eğitim Bakanlığı kararıyla okulda eğitime ara verildi. Biz bu doğru karara ilk andan itibaren uyum gösterdik.

Şu anda video kamera sistemiyle sınav yapıyoruz. Öğrenciler oynadıkları parçaları cep telefonu kamerasıyla çekip sahne tatbikatı hocalarına gönderiyorlar. Biz de seyredip not veriyoruz.

Birçok işletme salgın sürecini gerekçe göstererek çalışanlarının işine son verdi veya ücretsiz izne çıkardı. Sizin okulunuzda uygulama nasıl?   

Öyle bir şey söz konusu olamaz. Onlar benim yol arkadaşlarım. Öğretmenlerimiz ve personelimiz nerede olursa olsun, MSM Ailesi görev başında.

Eşi Leyla Gezen'le birlikte mutlu bir hayat süren Müjdat Gezen, “Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey sorusuna şu cevabı veriyor: “Leyla, Leyla, Leyla.”

YILDIZ FABRİKASININ EĞİTİM FELSEFESİ

Ülkemiz için en değerli niteliklerinizden biri de tiyatro hocalığınız. 1980'li yıllarda İstanbul Üniversitesi Konservatuvarı'ndaki öğretim üyeliğinizin ardından 1991'de kendi okulunuz Müjdat Gezen Sanat Merkezi MSM'yi kurdunuz.

Yetenekli gençlere ücretsiz eğitim verdiğiniz ve bir yıldız fabrikası gibi çalışan sanat okulunuzun eğitim felsefesini anlatır mısınız? 

MSM'yi kurarken beş tane ilke saptadım ben: Özgür, özgün, doğal, soru soran, ömür boyu eğitim.

Ekol birliği de oluyor. Cumhuriyetçi, demokrat, Atatürk sevgisi ile bezenen genç çocuklar oluyorlar. En önemlisi; iyi insan olmak…

Yalnız oyuncu değil, iyi politikacı, iyi manav, iyi doktor… İyi insan ise ondan o mesleğin iyisini çıkartmak kolay oluyor.

Öğrencilerinize en çok verdiğiniz tavsiyeler nelerdir?

Üç şeye mutlaka dikkat edecekler: Birincisi; şöhret. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” Hayatımda beni bu kadar güldüren laf yoktur.

Kim olabilir en fazla? Aynı ayakkabıyı giyiyoruz. Kim olabilir en fazla yani? İkincisi; para. Parayı sen yönettiğin zaman sorun yok.

Şöhreti sen yönetiyorsan güzeldir yani. Eh para seni yönetmeye başladığı zaman çok çirkin bir fotoğraf çıkar ortaya, değil mi? İyi iş yap, para kendiliğinden geliyor. Üçüncüsü; içki sigara. Sen onları yönettiğin zaman sorun yoktur.

Onlar seni yönettiği zaman… O kadar çok arkadaşımı kaybettim ki o yüzden, hem de genç yaşta. Buna dikkat etmelerini hep söylerim.

30 yıla yaklaşıyor okul. Verimli olmuş ki kendini ispatladı. Maşallah, tiyatroda, sinemada, dizilerde 77 öğrencimiz başrollerde…

Bu da bize övünç kaynağı oluyor. “Oh, ne güzel iş yapmışız” diyoruz biz de. Öğrencilerim başarılı olduklarında ben sevinçten havalara uçuyorum.

ŞİMDİDEN VASİYETİNİ AÇIKLADI 

En mutlu gününüzü anlatır mısınız?

Beni hayatımda en mutlu eden olaylardan birincisi, okulum MSM'yi açtığım o gündür. Annem oturmuş böyle ağlıyor filan… Beni o kadar mutlu etti ki…

“Anne niye ağlıyorsun” dedim, “Bugünleri gördüm ya artık gam yemem” dedi. Odama geliyorum bazen, televizyonda radyo dinlerim ben devamlı müzik dinlerim, onu kapıyorum, aşağıdan çocuk cıvıltıları geliyor.

“Bıcır, bıcır, bıcır…” Sonra o duruluyor, bir enstrüman, bir piyano sesi geliyor. Sonra, kulak veriyorum, bir tanesi “Hamlet” çalışıyor:

“Ne kuzguni pelerinim anneciğim, ne de yaslıların giymesi adet olmuş karalar” filan… O, “Hamlet” oluyor hayal dünyasında.

Onun için, hayattan ayrıldıktan sonra da o çocuk cıvıltılarını, o enstrüman seslerini, o tiyatro tiratlarını, sanki o sesleri duymak istermişim gibi, okulumun bahçesine gömülmek isterim…

 

 

Kaynak:sözcü.com.tr / Gökmen ULU

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.